Öz
Bu makale, Türk hukukunda kanuni bir düzenlemesi bulunmayan, ancak doktrin ve Yargıtay içtihatları ile şekillenen inançlı işlem kurumunu ve bu işleme dayanan tapu iptali ve tescili davalarını kapsamlı bir şekilde incelemektedir. Çalışmada, inançlı işlemin tanımı, unsurları, hukuki niteliği ve türleri doktrinsel tartışmalar ışığında ele alınacak; ardından tapu iptali ve tescili davasının hukuki dayanağı, yargılama usulü ve özellikle ispat sorunları derinlemesine analiz edilecektir. 05.02.1947 tarihli ve 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı'nın merkezî rolü, yazılı delil başlangıcı kavramının modern deliller (e-posta, SMS, WhatsApp) karşısındaki evrimi ve Yargıtay'ın "hayatın olağan akışı" ilkesini uygulaması özel olarak incelenecektir. Ayrıca, iyiniyetli üçüncü kişilerin korunması, lex commissoria yasağı, inanılanın iflası gibi özel hukuki meseleler ile inançlı işlemin muvazaa ve vekâletin kötüye kullanılması gibi kurumlardan farkları ortaya konulacaktır. Karşılaştırmalı hukuk perspektifiyle Anglo-Sakson "trust" ve Alman "Treuhand" kurumları ile temel farklar vurgulanarak, Türk hukuku için de lege ferenda önerilerle son bulacaktır.
Giriş
Modern ekonomik ve sosyal hayatın karmaşık ilişkileri, tarafların ihtiyaçlarına cevap verebilecek esnek hukuki mekanizmalara olan gereksinimi artırmaktadır. İnançlı işlem, tam da bu ihtiyaca binaen ortaya çıkmış, ancak 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu (TBK) veya 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK) gibi temel kanunlarda özel bir düzenlemeye kavuşturulmamış atipik bir sözleşme türüdür.1 Kurumun hukuki meşruiyeti, TBK m. 26’da ifadesini bulan sözleşme özgürlüğü ilkesine dayandırılmakta ve sınırları büyük ölçüde Yargıtay içtihatları ile doktrin tarafından çizilmektedir.2
Bu yasal boşluk, inançlı işlemleri ve bu işlemlerden doğan uyuşmazlıkları, özellikle de taşınmaz mülkiyetinin iadesi talebiyle açılan tapu iptali ve tescili davalarını, hukuki belirsizliklerin ve risklerin yoğun olduğu bir alan haline getirmiştir. İnançlı bir devir sonrası, devredilen taşınmazın anlaşılan koşullar çerçevesinde iade edilmemesi durumunda hak sahibinin başvuracağı en temel hukuki çare olan tapu iptali ve tescili davası, bu belirsizliklerden doğrudan etkilenmektedir.
Bu makalenin amacı, inançlı işleme dayalı tapu iptali ve tescili davasının maddi ve usul hukukuna ilişkin tüm veçhelerini, Yargıtay'ın yerleşik ve güncel kararları ile akademik literatürü sentezleyerek bütüncül bir bakış açısıyla sunmaktır. Bu bağlamda, davanın temelini oluşturan inançlı işlemin hukuki niteliği, unsurları ve amaçları incelendikten sonra, davanın yargılama usulü ele alınacaktır. Özellikle, davanın en kritik ve karmaşık yönünü oluşturan ispat sorunları; 05.02.1947 tarihli İçtihadı Birleştirme Kararı'nın günümüzdeki geçerliliği, yazılı delil başlangıcı kavramının dijital çağın delilleri karşısındaki yorumlanışı ve Yargıtay'ın geliştirdiği diğer ispat kolaylıkları eleştirel bir süzgeçten geçirilecektir. Son olarak, kurumun diğer hukuki müesseselerle olan ilişkisi ve karşılaştırmalı hukuk perspektifiyle değerlendirilmesi neticesinde, Türk hukuku için geleceğe yönelik önerilerde bulunulacaktır.
Tapu iptali ve tescili davasının hukuki temelini teşkil eden inançlı işlem kurumunun doğru bir şekilde anlaşılması, davanın niteliğini ve sonuçlarını kavramak için elzemdir. Bu bölümde, kurumun tanımı, kökeni, hukuki niteliği, unsurları ve uygulamadaki amaçları doktrin ve Yargıtay kararları ışığında incelenecektir.
Tanım: İnançlı işlem, inananın, malvarlığına dâhil bir hak veya şeyi, belirli bir amaçla (teminat, idare, gizleme vb.) inanılana devrettiği ve inanılanın da bu hak veya şeyi anlaşılan amaç doğrultusunda kullanıp, amaç gerçekleştiğinde veya süre dolduğunda inanana iade etme borcu altına girdiği bir hukuki işlem olarak tanımlanmaktadır.3 Yargıtay da yerleşik kararlarında inançlı işlemi, "inananın, bir hakkını belirli bir süre veya belirli bir amaçla inanılana geçirmeyi, inanılanın da inananın emir ve talimatlarına göre kullanıp, amaç gerçekleşince veya süre dolunca hakkı tekrar inanana devretmeyi yüklendiği sözleşme" olarak nitelendirmektedir.6
Tarihsel Köken (Fiducia): İnançlı işlemin kökleri, Roma hukukunda yer alan fiducia kurumuna dayanmaktadır.2
Fiducia, bir malın mülkiyetinin, genellikle katı şekil şartlarına bağlı mancipatio veya in iure cessio gibi işlemlerle, bir kişiye (fiduciarius) devredilmesini ve bu kişinin de malı belirli bir amaç doğrultusunda kullandıktan sonra geri verme taahhüdünü (pactum fiduciae) içeren bir işlemdi. Roma hukukundaki fiducia cum creditore (alacaklı ile yapılan fiducia - teminat amacı) ve fiducia cum amico (dost ile yapılan fiducia - idare veya saklama amacı) şeklindeki ayrım, günümüz Türk hukukundaki karma ve saf inançlı işlem ayrımlarının tarihsel temelini oluşturmaktadır.9 Bu tarihsel bağ, kurumun temel mantığını ve doğasında barındırdığı riskleri anlamak için önemli bir referans noktasıdır.
Hukuki Niteliği (Sui Generis): Türk hukukunda yasal bir tanımı ve düzenlemesi bulunmayan inançlı işlem, doktrin ve Yargıtay tarafından kanunda düzenlenmiş tipik sözleşme kalıplarından (vekâlet, rehin, ariyet vb.) herhangi birine tam olarak dâhil edilemeyen, kendine özgü (sui generis) bir sözleşme olarak kabul edilmektedir.2 Bu durum, kanun koyucunun Roma hukukundan beri bilinen ve uygulamada sıkça karşılaşılan bu kurumu düzenlememiş olmasının bir sonucudur. Bu yasal boşluk karşısında Yargıtay, toplumsal ihtiyaçları ve önüne gelen uyuşmazlıkları çözmek amacıyla, sözleşme özgürlüğü ilkesini ve özellikle 05.02.1947 tarihli İçtihadı Birleştirme Kararı'nı temel alarak fiili bir "kural koyucu" rolü üstlenmiştir.2 Bu yargısal aktivizm, kurumu hayatta tutmuş ancak kanunların genel-soyut normlar yerine kazuistik (olay bazlı) içtihatlarla şekillendiği, hukuki güvenliğin ve öngörülebilirliğin zayıfladığı bir alan yaratmıştır. Yargıtay, inançlı işlemin
sui generis niteliğini kabul etmekle birlikte, uyuşmazlığın çözümünde, işlemin niteliğine uygun düştüğü ölçüde, özellikle vekâlet (TBK m. 502 vd.) ve rehin hükümlerinin kıyasen uygulanabileceğini istikrarlı bir şekilde belirtmektedir.2
İnançlı işlem, birbirinden hukuken bağımsız ancak aralarında sebep-sonuç ilişkisi bulunan iki temel hukuki işlemden müteşekkildir: borçlandırıcı bir işlem olan inanç sözleşmesi ve bu sözleşmeyi icra eden tasarruf işlemi niteliğindeki devir işlemi.1
Doktrinde, taşınmaz mülkiyetinin devrini içeren bir inanç sözleşmesinin, TMK m. 706 ve TBK m. 237 uyarınca tapuda resmî şekilde yapılması gerektiği, aksi halde geçersiz olacağı yönünde güçlü bir görüş bulunmaktadır.1 Ancak Yargıtay, 05.02.1947 tarihli ve 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı (İBK) ile bu görüşten ayrılarak, inanç sözleşmesinin geçerliliğini herhangi bir şekle tâbi tutmamış, adi yazılı şekli dahi yalnızca bir ispat şartı olarak aramıştır.3 Doktrin ve uygulama arasındaki bu temel gerilim, kurumun en tartışmalı yönlerinden birini oluşturmaktadır.
Mülkiyetin hukuken tam olarak inanılana geçmesi, inanan aleyhine ciddi bir risk asimetrisi yaratır. İnanan, mülkiyetini kaybetmiş ve sadece sözleşmeden doğan kişisel (nispi) nitelikte bir iade talep hakkına sahip olmuştur.3 Buna karşılık inanılan, dış dünyaya karşı (üçüncü kişiler nezdinde) taşınmazın tam maliki olarak görünür ve bu sıfatla tasarrufta bulunma yetkisini haizdir.10 Bu yapısal dengesizlik, inanılanın kötü niyetli olarak taşınmazı üçüncü bir kişiye devretmesi veya iflas etmesi gibi durumlarda, inananın taşınmaz üzerindeki hakkını tamamen kaybetme riskiyle karşı karşıya kalmasına yol açar ki bu, kurumun doğasındaki en büyük tehlikedir.6
İnançlı işlemler, tarafların güttüğü menfaatin ağırlık noktasına ve işlemin amacına göre çeşitli şekillerde sınıflandırılabilir.
Türleri: Doktrinde ve Yargıtay kararlarında kabul gören en yaygın ayrım, işlemin kimin menfaatine hizmet ettiğine dayanır:
Amaçları: İnançlı işlemler, pratik hayatta çeşitli ekonomik ve sosyal fonksiyonları yerine getirmek için kullanılır:
İnanılanın, inanç sözleşmesinden doğan iade borcunu yerine getirmemesi halinde, inananın hakkını aramak için başvuracağı temel hukuki yol, tapu iptali ve tescili davasıdır. Bu bölümde, davanın hukuki dayanağı, niteliği ve yargılama usulüne ilişkin temel unsurlar incelenecektir.
İnançlı işleme dayalı tapu iptali ve tescil davasının temelini, mülkiyet gibi ayni bir hak değil, inanç sözleşmesinden kaynaklanan kişisel (şahsi) bir hak oluşturur.4 İnanan, taşınmazı devretmekle mülkiyet hakkını kaybetmiş, buna karşılık inanılan aleyhine, sözleşmedeki şartlar gerçekleştiğinde mülkiyetin kendisine iadesini talep etme hakkı kazanmıştır. Bu talep hakkı, niteliği itibarıyla bir alacak hakkıdır.
İnanılanın bu borcunu ifadan kaçınması üzerine inanan, TMK m. 716/1'de yer alan hükme dayanarak dava açar. Bu hüküm, "Mülkiyetin kazanılmasına esas olacak bir hukukî sebebe dayanarak malikten mülkiyetin kendi adına tescilini istemek hususunda kişisel hakka sahip olan kimse, malikin kaçınması hâlinde hâkimden, mülkiyetin hükmen geçirilmesini isteyebilir" demek suretiyle, inanç sözleşmesi gibi kişisel hak doğuran hukuki sebeplere dayalı olarak mahkemeden tescile zorlama kararı istenmesine olanak tanır.3
Bu dava, özünde kişisel bir hakkın (sözleşmeden doğan iade alacağı) mahkeme kararıyla ayni bir hakka (mülkiyet hakkı) dönüştürülmesi mücadelesidir. Davanın temelinin kişisel bir hakka dayanması, özellikle zamanaşımı süresi, ispat kuralları ve bu hakkın üçüncü kişilere karşı ileri sürülebilmesi konularında önemli ve karmaşık hukuki sonuçlar doğurmaktadır. Bu durum, davayı "kişisel hakka dayalı bir ayni hak talebi davası" gibi hibrit bir yapıya büründürmektedir.
İnanç sözleşmesinden doğan iade talebi için kanunlarda özel bir zamanaşımı süresi öngörülmemiştir. Bu nedenle, TBK m. 146'da düzenlenen on yıllık genel zamanaşımı süresi uygulanır.4
Zamanaşımının ne zaman işlemeye başlayacağı ise davanın en kritik noktalarından biridir. Yargıtay'ın yerleşik ve istikrarlı içtihatlarına göre zamanaşımı, iade borcunun muaccel olduğu, bir başka deyişle inananın "ferağ umudunu yitirdiği" andan itibaren başlar.20 Bu anın tespiti, her somut olayın kendine özgü koşullarına göre belirlenir. Örneğin, inananın iade talebine inanılan tarafından olumsuz yanıt verilmesi, inanılanın taşınmazı satmak üzere girişimlerde bulunması veya satması, inanılanın ölümü gibi olaylar, ferağ umudunun yitirildiği an olarak kabul edilebilir. Yargıtay, aksi ispatlanmadıkça, davanın açıldığı tarihte bu umudun yitirildiğini bir karine olarak kabul etme eğilimindedir.11
Ancak "ferağ umudunun yitirilmesi" kriteri, oldukça soyut, sübjektif ve ispatı zor bir kavramdır. Bu durum, bir yandan davalı için zamanaşımı def'ini ileri sürmeyi zorlaştırırken, diğer yandan davacıyı hakkını ne zaman kaybedeceği konusunda bir belirsizlik içinde bırakmaktadır. Bu belirsizlik, Yargıtay'ın kanuni düzenleme eksikliğini, hakkaniyete dayalı ancak hukuki güvenliği zayıflatan bir yorumla aşma çabasının tipik bir örneğidir.
İnançlı işleme dayalı tapu iptali davası, uzun sürebilen bir yargılama sürecini gerektirebilir. Bu süreçte, tapu kaydında malik olarak görünen inanılanın, taşınmazı iyiniyetli bir üçüncü kişiye devretme riski bulunmaktadır. Böyle bir devir, TMK m. 1023 uyarınca geçerli olacağından, inananın taşınmazı geri alma hakkını tamamen ortadan kaldırır. Bu telafisi imkânsız zararı önlemek için, davacı inananın HMK m. 389 vd. hükümleri uyarınca dava dilekçesiyle birlikte mahkemeden taşınmazın tapu kaydına "ihtiyati tedbir" şerhi konulmasını talep etmesi hayati önem taşımaktadır.24 Mahkemece kabul edilecek bir ihtiyati tedbir kararı, dava sonuçlanıncaya kadar taşınmazın üçüncü kişilere devrini engelleyerek davacının dava sonundaki muhtemel hakkını güvence altına alır.
Davacının, açtığı tapu iptali ve tescil davasının kabul edilmeme ihtimali her zaman mevcuttur. Özellikle taşınmazın dava açılmadan önce iyiniyetli bir üçüncü kişiye devredilmiş olması gibi durumlarda, tescil talebinin hukuken başarıya ulaşması imkânsız hale gelir. Bu gibi durumlarda hak kaybına uğramamak için, inananın HMK m. 111'in sağladığı imkândan yararlanarak, aynı dava dilekçesinde, tapu iptali ve tescil talebinin reddedilmesi şartına bağlı olarak (terditli/kademeli) taşınmazın güncel rayiç değeri üzerinden tazminat ödenmesini talep etmesi son derece yerinde bir hukuki stratejidir.5
Bu şekilde açılan terditli bir davada mahkeme, öncelikle asli talep olan tapu iptali ve tescil talebini inceler. Mahkeme bu talebi esastan kabul ederse, fer'i (yardımcı) talep olan tazminat hakkında bir karar vermez. Ancak mahkeme, asli talebi herhangi bir nedenle reddederse, bu kez fer'i talebi inceleyerek tazminat konusunda bir hüküm kurar.28
İnançlı işleme dayalı tapu iptali ve tescili davalarının en çetrefilli ve en çok uyuşmazlığa sahne olan aşaması, ispat faaliyetidir. Davacı inanan, tapu sicilindeki resmi kaydın aksini, yani devrin aslında bir inanç ilişkisine dayandığını kanıtlamakla yükümlüdür. Bu bölümde, Yargıtay'ın ispat konusundaki temel dayanağı olan İBK'dan başlayarak, modern delillerin bu süreçteki rolüne kadar ispat hukukuna ilişkin meseleler detaylı olarak analiz edilecektir.
Türk hukukunda inançlı işlemleri doğrudan düzenleyen bir kanun hükmü bulunmadığından, Yargıtay, bu konudaki uyuşmazlıkları çözüme kavuşturmak için yeknesak bir uygulama yaratma amacıyla 05.02.1947 tarihli ve 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı'nı temel dayanak olarak kullanmaktadır.4 Bu karar, aradan geçen yetmiş yılı aşkın süreye rağmen güncelliğini ve bağlayıcılığını korumaktadır.
İBK'nın getirdiği temel ve en önemli kural şudur: İnançlı işlem iddiası, miktar ve değerine bakılmaksızın ve tanık dinlenmeksizin, ancak yazılı bir delil ile ispat edilebilir.3 Yargıtay, bu "yazılı delil" şartının bir geçerlilik (sıhhat) şartı olmadığını, bir ispat şartı olduğunu istikrarlı bir şekilde vurgulamaktadır.15 Bu ayrım son derece önemlidir; zira sözleşmenin yazılı olarak yapılmamış olması onu geçersiz kılmaz, sadece mahkeme önünde ispatını zorlaştırır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, bu kuralı daha da esneterek, inanç ilişkisini kanıtlayan yazılı belgenin, tapudaki devir işleminden önce veya sonra düzenlenmesinin sonuca etkili olmayacağına karar vermiştir.32 Bu yorum, taraflar arasındaki güven ilişkisinin doğasına uygun, hakkaniyetli ve pratik bir yaklaşımdır. Zira taraflar, önce tapuda devri gerçekleştirip daha sonra aralarındaki özel ilişkiyi yazılı bir belgeye bağlayabilirler.
İBK'nın aradığı "yazılı delil", tarafların veya en azından inanılanın imzasını taşıyan adi yazılı bir belge ("inanç sözleşmesi") olup, bu belgenin noterde veya tapuda resmî şekilde düzenlenmesi zorunlu değildir.4 Ancak uygulamada taraflar arasında bu nitelikte, her şeyi açıkça düzenleyen bir yazılı sözleşme bulunması nadirdir.
Bu noktada, HMK m. 202'de düzenlenen "delil başlangıcı" kurumu devreye girerek ispat sorununa önemli bir çözüm sunmaktadır. Delil başlangıcı, iddia edilen hukuki işlemi (inanç ilişkisini) tam olarak ispatlamaya yeterli olmamakla birlikte, onu kuvvetle muhtemel gösteren ve aleyhine ileri sürülen taraftan (inanılandan) sadır olan (verilmiş veya gönderilmiş) bir belgedir.3 Yargıtay'a göre, delil başlangıcı niteliğinde bir belgenin varlığı halinde, İBK'daki katı yazılı delil kuralı aşılarak inançlı işlemin tanık dâhil her türlü delille ispatlanması mümkün hale gelir.3
1947 tarihli İBK'nın öngördüğü "yazılı delil" şartı, günümüzün dijitalleşen dünyasının gerçekleriyle yüzleşmektedir. Yargıtay, bu sosyal ve teknolojik değişime kayıtsız kalmayarak, HMK m. 202'deki delil başlangıcı kavramını esnek bir şekilde yorumlamakta ve modern iletişim araçlarından elde edilen verileri delil sistemine entegre etmeye çalışmaktadır. Bu durum, ispat hukukunda önemli bir paradigma kaymasına işaret etmekle birlikte, bu yeni delillerin güvenilirliği ve hukuka uygunluğu gibi yeni tartışmaları da beraberinde getirmektedir. Aşağıdaki tablo, Yargıtay'ın farklı belge türlerine yaklaşımını özetlemektedir.
Belge Türü |
Yargıtay'ın Genel Yaklaşımı |
Kabul İçin Aranan Kriterler/Notlar |
İlgili Kaynaklar |
Banka Dekontu (Açıklamalı) |
Genellikle delil başlangıcı kabul edilir. |
Açıklama kısmında "taşınmaz bedeli", "kapora", "borç" gibi inanç ilişkisini muhtemel kılan bir ibarenin bulunması gerekir. |
10 |
Banka Dekontu (Açıklamasız) |
Kural olarak delil başlangıcı sayılmaz. |
Yargıtay, açıklamasız havalenin mevcut bir borcun ödenmesi karinesini doğurduğunu kabul eder. Aksi iddia, gönderen tarafından ispatlanmalıdır. |
37 |
Kredi Ödeme Makbuzları |
Güçlü bir delil başlangıcı olarak kabul edilir. |
Özellikle teminat amaçlı devirlerde, inanılan adına çekilen kredinin inanan tarafından ödendiğini gösteren dekontlar, iddianın ispatında önemli rol oynar. |
36 |
E-posta, SMS, WhatsApp Yazışması |
İçeriğine bağlı olarak delil başlangıcı sayılabilir. |
Hukuka uygun elde edilmiş olmalı ve içeriğinde inanç ilişkisine (iade vaadi, devrin amacı vb.) dair açık veya zımni ifadeler barındırmalıdır. |
35 |
Adi Yazılı Protokol/Sözleşme |
İmza içermesi halinde doğrudan yazılı delil veya en azından güçlü bir delil başlangıcıdır. |
Tarafların iradesini yansıtması esastır. |
34 |
Vekaletname |
Tek başına yeterli olmasa da diğer delillerle birlikte delil başlangıcı olarak değerlendirilebilir. |
Özellikle genel vekaletnameler, taraflar arasındaki güven ilişkisini göstermesi bakımından önemlidir. |
44 |
Savcılık/Mahkeme İfadesi |
İkrar niteliğinde değilse dahi, inanç ilişkisini muhtemel kılan beyanlar delil başlangıcı sayılabilir. |
Davalının başka bir soruşturma veya davada verdiği ifade, aleyhine delil olarak kullanılabilir. |
29 |
Kural olarak, yazılı delil veya en azından bir delil başlangıcı mevcut değilse, inançlı işlem iddiası tanık beyanları ile ispat edilemez.4 Ancak bu kuralın bir istisnası, HMK m. 203/1-a'da düzenlenen yakın akrabalar arasındaki hukuki işlemlerdir. Bu maddeye göre altsoy ve üstsoy, kardeşler, eşler, kayınbaba, kaynana ile gelin ve damat arasındaki işlemlerin tanıkla ispatı mümkündür.
Bu hükmün inançlı işlemlere uygulanıp uygulanmayacağı konusunda Yargıtay'ın farklı daireleri arasında derin bir görüş ayrılığı ve yerleşik olmayan, çelişkili kararlar mevcuttur. Bu durum, uygulamada ciddi bir hukuki belirsizlik yaratmaktadır.
Bu temel çelişki, davanın sonucunun, dosyanın Yargıtay'ın hangi dairesine tevzi edileceğine bağlı olarak değişebilmesi gibi hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmayan bir duruma yol açmaktadır. Bu konunun, hukuki güvenliğin ve yeknesaklığın sağlanması adına yeni bir içtihadı birleştirme kararı ile acilen netleştirilmesi gerekmektedir.
Yazılı delil veya delil başlangıcı gibi takdiri delillerin bulunmadığı veya yetersiz kaldığı durumlarda, davacı inananın başvurabileceği son çare kesin delillerdir. Davalı inanılanın, mahkeme huzurunda veya başka bir belgeyle inanç ilişkisinin varlığını kabul etmesi (ikrar - HMK m. 188), davacının ispat yükünü ortadan kaldırır. Bunun da olmaması halinde, davacı, davalıya yemin teklif etme hakkına sahiptir (HMK m. 225 vd.). Davacının yemin deliline dayanması halinde, mahkemenin bu hakkını davacıya hatırlatması usuli bir zorunluluktur.4
Genel ispat kuralı gereği (TMK m. 6, HMK m. 190), tapudaki resmi kaydın aksini, yani devrin inançlı bir işleme dayandığını iddia eden davacı inanan, bu iddiasını ispatla yükümlüdür.41
Yargıtay, özellikle delillerin yetersiz veya çelişkili olduğu gri alanlarda, hakimin vicdani kanaatinin oluşmasına yardımcı olmak üzere bir karine olarak "hayatın olağan akışı" ilkesine başvurmaktadır. Bu ilke, belirli bir olayın, genel yaşam tecrübelerine ve mantık kurallarına göre normal ve beklendik olup olmadığının değerlendirilmesidir.50 Örneğin, bir taşınmazın rayiç bedelinin çok altında bir bedelle satılması ve kısa bir süre sonra tekrar el değiştirmesi 51, yüksek nitelikli bir profesyonelin uzun yıllar asgari ücretle çalışması 50 gibi durumlar hayatın olağan akışına aykırı kabul edilerek, altta yatan başka bir hukuki ilişki (inançlı işlem, muvazaa vb.) olduğuna dair bir emare olarak değerlendirilebilir. Buna karşılık, inançlı olarak devredildiği iddia edilen bir taşınmazın iadesi için yirmi yılı aşkın bir süre beklenmesi de, hakkın aslında hiç var olmadığına veya talepten vazgeçildiğine bir karine olarak, hayatın olağan akışına aykırı bulunabilir.52
İnançlı işlem kurumu, yapısı gereği diğer hukuki kurumlarla sıkça kesişmekte ve bu kesişim noktalarında karmaşık hukuki sorunlar ortaya çıkmaktadır. Bu bölümde, üçüncü kişilerin durumu, teminat amaçlı işlemlerin sınırları ve inanılanın iflası gibi özel meseleler incelenecektir.
İnançlı işlemin inanan için taşıdığı en büyük risk, taşınmazın inanılan tarafından üçüncü bir kişiye devredilmesi halinde ortaya çıkar. İnançlı devirle mülkiyet hukuken ve geçerli bir şekilde inanılana geçtiği için, inanılan tapu sicilinde malik olarak görünür. Tapu sicilinin aleniyetine ve doğruluğuna güvenerek, bu kayda dayalı olarak inanılan kişiden mülkiyet veya ipotek gibi ayni bir hak kazanan iyiniyetli üçüncü kişinin bu kazanımı, TMK m. 1023'te düzenlenen "tapu siciline güven ilkesi" uyarınca korunur.53
Bu durumda, inananın mülkiyeti geri alma hakkı sona erer. Taşınmazı iyiniyetli üçüncü kişiden talep edemez ve ona karşı açacağı tapu iptali ve tescil davası reddedilir. İnananın bu durumda başvurabileceği tek hukuki yol, inanç sözleşmesine aykırı davranarak kendisine zarar veren inanılana karşı, taşınmazın güncel değeri üzerinden bir tazminat davası açmaktır.11 Bu sonuç, kurumun doğasında var olan ve inananın göze aldığı bir risktir.6
Eğer taşınmazı inanılan kişiden devralan üçüncü kişi, devir anında inanan ile inanılan arasındaki inanç ilişkisinin varlığını biliyor veya bilmesi gerekiyorsa, yani TMK m. 3 anlamında kötü niyetli ise, TMK m. 1023'ün sağladığı korumadan yararlanamaz.
Yargıtay, bu gibi durumlarda inananın, sadece inanılana karşı değil, kötü niyetli üçüncü kişiye karşı da tapu iptali ve tescil davası açabileceğini kabul etmektedir.11 Yargıtay, bu sonucu temellendirmek için kararlarında bazen "muvazaalı devir", bazen de "inanılan ile el ve işbirliği içinde hareket etme" gibi kavramlar kullanmaktadır.3 Bu "el ve işbirliği" kavramının hukuki dayanağı doktrinde tartışmalıdır. Zira inananın üçüncü kişiye karşı ileri sürebileceği sözleşmesel bir bağı yoktur. Bu nedenle, bu durumun en doğru hukuki nitelendirmesinin, TBK m. 49/2'de düzenlenen "ahlaka aykırı bir fiille başkasına kasten zarar verme" hükmü çerçevesinde bir haksız fiil olduğu savunulabilir. Üçüncü kişi, inananın inanılana karşı sahip olduğu kişisel hakkı (iade alacağını) bilerek ve inanılanla işbirliği yaparak bu hakkın kullanılmasını imkânsız hale getirmekte ve bu suretle bir haksız fiil işlemektedir.
Lex commissoria yasağı, borçlunun borcunu vadesinde ödememesi halinde, rehin veya teminat konusu malın mülkiyetinin doğrudan alacaklıya geçeceğine ilişkin olarak borcun doğumundan önce yapılan tüm anlaşmaların geçersiz olmasını ifade eden temel bir hukuk ilkesidir.58 TMK'nın taşınmaz rehnine ilişkin 873. ve taşınır rehnine ilişkin 949. maddelerinde açıkça düzenlenmiştir. Bu yasağın temel amacı, kredi ihtiyacı nedeniyle müzakere gücü zayıf olan borçluyu, alacaklının teminat konusu malı değerinin çok altında bir bedelle ele geçirmesi şeklindeki sömürüsünden korumaktır.58
Teminat amaçlı inançlı devirler, ilk bakışta bu yasağı dolanmaya (kanuna karşı hile) yönelik işlemler gibi görünebilir. Yargıtay, inanç sözleşmesine konulan "borç ödenmediği takdirde taşınmaz alacaklıya kalır" şeklindeki açık kayıtları, lex commissoria yasağına aykırılık nedeniyle kesin hükümsüz saymaktadır.14 Ancak Yargıtay, teminat amaçlı inançlı devir işleminin kendisini, sırf bu amaca hizmet ettiği için geçersiz kabul etmemektedir.62 Bu durum, hukuk sisteminde birbiriyle çatışan iki temel koruma mekanizmasının karşı karşıya geldiği bir gerilim alanı yaratır: Bir yanda işlem güvenliğini ve piyasayı koruyan tapu siciline güven ilkesi (TMK m. 1023), diğer yanda sözleşmenin zayıf tarafı olan borçluyu koruyan
lex commissoria yasağı. Yargıtay, bu iki ilke arasında denge kurmaya çalışarak, bir yandan devrin geçerliliğini kabul etmekte, diğer yandan alacaklının mala doğrudan el koymasını yasaklamaktadır.
İnanan borçlu, borcunu vadesinde ödemeyerek temerrüde düştüğünde, inanılan alacaklı ne yapacaktır? Lex commissoria yasağı gereği taşınmaza doğrudan malik olamaz. Bu durumda inanılanın temel hakkı, teminat olarak mülkiyetini elinde bulundurduğu taşınmazı paraya çevirerek alacağını bu bedelden tahsil etmektir. İnanç sözleşmesinin temel mantığı da budur. İnanılan, taşınmazı sattıktan sonra satış bedelinden kendi alacağını, faiz ve masraflarını düştükten sonra geriye bir meblağ kalırsa, bu artan kısmı inanana iade etmekle yükümlüdür.2 Bu paraya çevirme işleminin cebri icra yoluyla mı yoksa alacaklının özel olarak (örneğin bir emlakçı vasıtasıyla) satış yapmasıyla mı gerçekleşeceği doktrinde tartışmalı bir konudur.49
Türk hukuk sisteminin, mülkiyetin tekliği ve malvarlığının birliği prensiplerine sıkı sıkıya bağlı olması, inançlı işlemin en zayıf halkasını oluşturur. Anglo-Sakson hukukundaki "trust" kurumundan farklı olarak, Türk hukukunda bir malın mülkiyeti bölünemez ve inanılana devredilen taşınmaz, onun şahsi malvarlığına tam olarak dâhil olur.
Bunun en vahim sonucu, inanılanın iflas etmesi durumunda ortaya çıkar. İnanılana ait olduğu kabul edilen inanç konusu taşınmaz, onun diğer tüm malları gibi iflas masasına dâhil edilir.49 İnananın, iflas masasına karşı "bu mal aslında benimdir" diyerek bir istihkak davası açma ve malını masadan ayırma hakkı kural olarak bulunmamaktadır. İnananın, inanç sözleşmesinden doğan iade talebi, adi bir alacak olarak iflas masasına kaydedilir ve inanan, masadaki diğer alacaklılarla aynı sıraya girerek, alacağının ancak cüzi bir kısmını (veya hiçbir şey) tahsil edememe riskiyle baş başa kalır.6 Bu durum, inançlı işlemin özellikle "varlık yönetimi" ve "teminat" fonksiyonlarını ekonomik olarak son derece riskli ve güvensiz hale getirmekte, kurumun pratik faydasını ciddi şekilde zayıflatmaktadır.
İflas durumu dışında da benzer bir sorun mevcuttur. İnanılanın şahsi borçları nedeniyle alacaklıları, hukuken onun malvarlığında görünen inanç konusu taşınmaza haciz koydurabilirler. Buna karşılık, inananın alacaklıları, doğrudan bu taşınmaza haciz koyduramazlar; çünkü taşınmaz artık inananın malvarlığında değildir. İnananın alacaklıları, ancak inananın inanılana karşı sahip olduğu "iade alacağı" hakkını haczettirebilirler ki bu, mala doğrudan haciz koymaktan çok daha zayıf bir hukuki korumadır.49 Bu durum, hem inananı hem de onun alacaklılarını dezavantajlı bir konuma sokmaktadır.
İnançlı işlemin hukuki çerçevesini tam olarak çizebilmek için, uygulamada sıkça karıştırıldığı diğer hukuki kurumlarla olan sınırlarını netleştirmek ve karşılaştırmalı hukuk perspektifiyle Türk hukukundaki yerini değerlendirmek gerekmektedir.
Uygulamada benzer ekonomik amaçlara (mal kaçırma, gizleme vb.) hizmet edebilen bu kurumların doğru bir şekilde hukuki nitelendirmesinin yapılması, davanın kaderini (ispat kuralları, zamanaşımı, davalı sıfatı vb.) doğrudan etkilediği için hayati önem taşır. Mahkemenin HMK m. 33 uyarınca hukuki nitelemeyi re'sen yapma görevi bu noktada kritik bir rol oynar.
İnançlı işlem ile muvazaa arasındaki temel fark, tarafların iradesinde yatar.
Bu iki kurum arasındaki fark, tasarruf yetkisinin kaynağında ve mülkiyetin durumunda ortaya çıkar.
Muris muvazaası, mirasbırakanın, mirasçılarından mal kaçırmak amacıyla, aslında bağışlamak istediği bir malını tapuda satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi gibi göstererek devretmesidir.68 Bu, inançlı işlemden farklı olarak, nitelikli bir muvazaa türüdür. Bu iki kavrama dayalı davalar arasında önemli farklar vardır:
Türk hukukundaki inançlı işlemin yapısını ve özellikle zayıf yönlerini anlamanın en iyi yollarından biri, onu benzer fonksiyonları gören diğer hukuk sistemlerindeki kurumlarla karşılaştırmaktır.
Karşılaştırmalı analiz, Türk hukukundaki inançlı işlemin temel zayıflığının, yani "malvarlığının ayrılığı" (asset separation) ilkesini barındırmamasının, Kıta Avrupası hukuk geleneğinin mülkiyetin tekliği ve bütünlüğü ilkesine olan sıkı bağlılığından kaynaklandığını göstermektedir. İnançlı işlem, mülkiyeti bölmeden, sadece borçlar hukukunun sözleşmesel araçlarıyla, mülkiyeti bölebilen Anglo-Sakson "trust" kurumunun fonksiyonlarını taklit etmeye yönelik bir "çözüm"dür. Ancak bu taklit, özellikle inanılanın iflası veya üçüncü kişilerin hakları söz konusu olduğunda yetersiz kalmaktadır. Bu yapısal eksiklik, Türk hukukunda "trust" benzeri bir yapının kanunla düzenlenmesine yönelik akademik ve pratik tartışmaların temelini oluşturmaktadır.74
Aşağıdaki tablo, bu üç kurum arasındaki temel yapısal farkları özetlemektedir.
Özellik |
İnançlı İşlem (Türk Hukuku) |
Trust (Anglo-Sakson Hukuku) |
Treuhand (Alman Hukuku) |
Hukuki Dayanak |
İçtihat ve Sözleşme Serbestisi |
Kanun ve Hakkaniyet Hukuku (Equity) |
İçtihat ve Kanun (Kıyasen Uygulama) |
Mülkiyetin Yapısı |
Tek ve Bütün Mülkiyet |
Bölünmüş Mülkiyet (Hukuki/Hakkaniyete Uygun) |
Tek ve Bütün Mülkiyet |
Malvarlığının Ayrılığı |
Yok (Mal, inanılanın şahsi malvarlığına karışır) |
Var (Trust malvarlığı, trustee'nin şahsi malvarlığından ayrıdır) |
Kısmen (Özel düzenlemelerle koruma sağlanır) |
İnananın Hakkının Niteliği |
Kişisel (Nispi) Hak |
Hakkaniyete Uygun Ayni Hak (Equitable Interest) |
Kişisel Hak (Ancak güçlendirilmiş) |
İnanılanın İflasının Sonucu |
Mal İflas Masasına Girer |
Mal İflas Masasına Girmez |
Özel düzenlemelerle masadan ayrılması mümkündür |
Üçüncü Kişilere Etkisi |
İyiniyetli 3. Kişi Korunur |
Hakkaniyete Uygun Hak Ayni Etkilidir |
İyiniyetli 3. Kişi Korunur |
İlgili Kaynaklar |
6 |
76 |
6 |
Bu kapsamlı inceleme, inançlı işleme dayalı tapu iptali ve tescili davasının, Türk hukuk sisteminde kanuni bir temelden yoksun olması nedeniyle büyük ölçüde Yargıtay içtihatlarıyla ayakta duran, bu nedenle de özellikle ispat hukuku alanında ciddi belirsizlikler ve riskler içeren, karmaşık bir dava türü olduğunu ortaya koymuştur.
Ulaşılan temel bulgular şu şekilde özetlenebilir:
Bu tespitler ışığında, de lege ferenda (gelecekteki yasa için) bir bakış açısıyla, ekonomik ve sosyal hayatta önemli bir ihtiyacı karşılayan inançlı işlem kurumunun, artık içtihatlarla idare edilmek yerine, açık bir kanuni düzenlemeye kavuşturulması zorunlu hale gelmiştir. Yapılacak yeni bir düzenlemenin;
Sermaye Piyasası Kanunu'nda "teminat yöneticisi" kurumu için getirilen ve teminat konusu varlıkların yöneticinin malvarlığından ayrı tutulmasını sağlayan düzenleme 74, bu yönde atılmış olumlu bir adım olarak kabul edilebilir ve genel bir "inançlı mülkiyet" kanunu için model teşkil edebilir. Böyle bir yasal reform, hem tarafların irade özerkliğine hizmet edecek hem de hukuki güvenlik ilkesinin gereklerini yerine getirerek kurumun daha sağlıklı bir zeminde işlemesini sağlayacaktır.